KATEGORİLER

14 Mart 2017 Salı

MİLLET OLARAK SORUNUMUZ

Ülkemizin gelişimi açısından okur yazar olmak önemli bir yer tutmaktadır. Okur yazar olmak, Türkçeyi  bilmek, yazabilmek anlamında değil, araştırma yapmak, kitap okumak, düşüncelerini iki kelime ile de olsa kağıda dökebilmek olarak anlamamız gerekiyor. Ülkemizin temel sorunlarından hatta en önemli sorunlarından birisi okumama alışkanlığıdır.
Gelişmiş ülkelere baktığımız zaman hemen hemen tamamında okuma oranları çok yüksek seviyelere ulaşmış durumda. Özellikle Avrupa, Amerika, Japonya gibi ülkelerde okuma kültürü yerleşmiş durumda. Türkiye'de ise bunun tam tersi olarak okumama kültürü yerleşmiş durumda. Okumayan, araştırmayan bir milletin ilerlemesi, üretmesi mümkün değildir. Millet olarak okumamamızın bir çok sorun çıkardığını göremiyoruz ne yazık ki. Okumama sebebi olarak insanların birçoğunda kitap fiyatlarının yüksekliğinden söz ediliyor. Halbuki bu gerçeği hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Bugün baktığımız zaman milyonlarca insan yılda bir kitap dahi okumamakta, bunun daha kötü olanları da var ne yazık ki hayatı boyunca hiç kitap okumayan insanlarımız var. Okumadan ilerleyemeyeceğimizi bilmemiz gerekir, okumak isteyen insan için engel yoktur. Herkesin elini vicdanına koyup düşünmesi gerekiyor artık. Harcamalarımızdan kısarak haftada bir kitap hadi olmadı ayda bir kitap alamaz mıyız, yine alamaz mıyız diyorsanız kütüphaneler var buralardan ücretsiz bir şekilde kitap temin edebiliriz. Fakat burada temel sorun şu ki bazı bahanelerin arkasına sığınıyoruz. Bu bahaneler genellikle maddi, zamansal olmakta. Hiçbir bahaneye sığınılacak bir durum yok. Bu alanda herkes realist bir şekilde kabullenmeli bunların bir bahane olduğunu. Şimdi biraz da okumamamızın doğurduğu sonuçlara bakalım.
Okumayan insan başka bir insandan bilgi alır. Bu isteyerek veya istemeyerek gerçekleşebilir. Başkasından elde ettiği bilginin ise doğruluğu şüphelidir. Fakat doğruluğunu bilemezsin. Çünkü senin bir bilgi birikimin yoktur ve daha da ötesi hala başkasından aldığı bilginin doğruluğunu araştırmaya dahi ihtiyaç duymamaktadır. Hazır bir şekilde televizyon veya internetten yayınlanan bir yazının doğruluğunu okuyup araştırmadan doğru kabul edip beyinlerimize işliyoruz. Bunun adı akıl tutulmasıdır, daha ağır ifade edersek eğer akıl yoksunluğudur. Okumamamızın bir çok alanda ülke ve millet olarak bizlere zarar verdiğini görmemiz gerekir, bu bir çok alanda geçerli. Tarihi bilmeden tarih konuşuyoruz insanlara saldırıyoruz veya hainleri savunuyoruz, bunları çoğaltabiliriz. Siyaset, din, sanat, toplumsal bir çok alanda bilmeden, okumadan, araştırmadan konuşmaya devam ediyoruz.
Milletçe yapmamız gereken yaratıcı gücün bize vermiş olduğu insanlığın ayırt edici özelliği olan aklımızı işletmemizdir. Okumalıyız ki insanlığımız yaşayabilsin, okumalıyız ki bilgi birikimimiz artsın, okumalıyız ki yanlış bilgilerden arınalım, okumalıyız ki ülkemize faydamız dokunsun, okumalıyız ki çocuklarımıza geleceğin kültür meş'alesini miras olarak bırakabilelim.
                                                                                                          AYAZ ALBAYRAK

13 Mart 2017 Pazartesi

ERNESTO CHE GUEVARA -1

 Tarih 14 Haziran 1928 idi. Celia De La Serna ile Ernesto Guevera Lynch'in sevgi dolu evliliklerinden bir oğulları olmuştu. Che, Buenos Aires'in orta gelirli bir kesiminde dünyaya geldi. Küçük yaşında zatürre geçirdi ve astıma yakalandı. Che'nin astım hastası olmasından dolayı aile defalarca kez yer değiştirmek zorunda kaldı. Aile astım hastası olan Che'ye en uygun hava şartlarını arayarak geçirdi yıllarını.
 Che, çocukluk döneminde kızılderili arkadaşlar edindi ilk başta kendisine ve bir kızılderili arkadaşının evine gittiğinde anne baba ve beş çocuğun tek yataklı bir odada kaldığını öğrenmesi Che'nin üzerinde derin etkiler bıraktı ve bu gördüğünü babasıyla paylaştığında ilk siyasi tartışmasını babasıyla yaşamış oldu. Aynı zamanda babasını evde arkadaşlarıyla birlikte faşist Franco ispanyasında yaşanan durumu konuşmalarına tanıklık ediyor ve etkileniyor.
 Hastalığına rağmen spora çok düşkün olan Che özellikle satranç, golf ve tenis oynamakta. Bunların yanı sıra İngiltere'de meşhur olan fakat Arjantin'e daha yeni yeni gelmekte olan Rugby adındaki bir oyunla tanışıyor. Sert ve mücadeleci bir oyun olmasına rağmen oynamakta ısrarcı oluyor. Başta rugby takımına alınmak istenmese de deneme amaçlı alındı ve dikkat çekmeyi başardı. Denemelerde gösterdiği başarılardan dolayı rugby takımında oynamaya başladı. Görünen o ki rugby oynaması ona Sierra Maestro'daki acımasız ve zor savaşlarla başa çıkabilmesinde yardımcı olmuştur.
 Che 18 yaşına geldiğinde liseyi bitirmiş, üniversiteye başlamaya hazırdı. Mühendislik Fakültesine kayıt olmayı planlarken ailesini şaşırtacak bir kararı bir yıl sonra aldı. Che mühendis değil doktor olacaktı. Tıp Fakültesine kaydını yaptırmasında hasta olan büyükannesi ve insanların çektiği acıları dindirme isteği etkili oldu. Üniversiteye başladıktan sonra da sporla olan ilişkisi de aynen devam etti.
Üniversiteler arası olimpiyatta satranç turnuvasına ve sırıkla atlama karşılaşmalarına katıldı. Yine üniversite yıllarında birkaç arkadaşı ile birlikte Tackle(plakaj) isimli rugby dergisi çıkardı.
 20 yaşına geldiğinde Dr. Salvatore Pusani'ye asistan oldu ve Buenos Aires'e 850 km uzaklıktaki Cordoba'da bulunan Cüzzamlılar Hastanesi'ne motorla gitti. Buradaki görevini tamamladıktan sonra motoruyla birlikte başkente tekrar döndü. Bu yaptığı yolculuk Che'de; yeni yerleri görme isteği uyandırdı, o dönemde Buenos Aires Latin Amerika'nın en Avrupai kentiydi. Che çoğu zaman ailesinin verdiği cep harçlığını kabul etmezdi, çünkü kendisi kazanmak istiyordu parasını. Bu yüzden kütüphanede, benzinci çırağı, ticaret gemisinde sağlık memuru olarak çalıştı. Gemide çalışması Che'ye yeni yerler görme fırsatı tanıdı.
 Yeni yerler keşfetme peşinde olan Che'nin en yakınındaki isimlerden Alberto'nun çok önemli sözleriyle ilk Che yazısını bitiriyoruz ve gelecek yazıda görüşmek dileğiyle...
 Alberto: ''Önce Avrupayı düşündük, Arjantinli olarak bizlerin de ürünü olduğumuz uygarlığın beşiğini. Yunanistan'ı,İtalya'yı,büyük devrimin vatanı olan, Ernesto'nun dilini konuştuğu Fransa'yı. Tabi, bir bakıma ana vatanımız olan İspanya'yı da. Ya da Mısır'ı, Firavunları ve piramitleriyle. Haftalar boyu karar veremedik.Ama gerçekte kendi kıt'amız Ernesto'ya daha çekici geliyordu.Kendi Latin Amerikalı köklerimizi aramak. Kolomb öncesi uygarlıkları keşfe gitmek,Machu Picchu'ya tırmanarak gizemini çözmeye, Inkaların nasıl yaşadığını anlamaya çalışmak...Avrupa, Mısır, dünyanın geri kalan bölümü, ileride, bir başka zaman...''
                                                                                                                   AYAZ ALBAYRAK

11 Mart 2017 Cumartesi

VATAN CEPHESİ

 Ülkemizde beklenen halk oylaması öncesinde toplumda kutuplaşmalara yol açacak söylemlerden kaçınmamız gerekiyor.Kullanılan dil insanları birbirinden uzaklaştırmamalıdır , ister evet diyelim istersek hayır diyelim hepimiz bu ülkenin vatandaşlarıyız  bu yüzden özellikle topluma hitap eden insanların ağızlarından çıkan her kelimeyi dikkatli seçmesi vatan birliği açısından zorunludur.
 Ülkemizin bölücü terör ve yobaz terörü ile mücadele içerisinde bulunduğu şu dönemde başkanlık sistemini gündeme getirmek bir yandan toplumu ikiye ayırırken bir yandan da emperyalist ülkelerin ekmeğine yağ sürmektedir.Bütün olarak teröre ve emperyalizme karşı tavır alan milleti "ever" veya "hayır" şeklinde ikiye bölmek bulunduğumuz şartlar içerisinde ülkeye büyük zararlar veriyor ve verecektir de .Bununla birlikte Amerika şu anda yaşanan kutuplaşmadan gayet memnun olmakla birlikte 16 Nisanda çıkabilecek olası bir evet çoğunluğu ile birlikte amacına bir adım daha yaklaşmış olacak .
 Topluma neden hayır dememiz gerektiğini dikkatli ve etkili bir şekilde anlatmamız gerekiyor. Nasıl ki hayır diyecekleri terör örgütünün yasal uzantısı ile birlikte yan yana göstermek yanlış bir algı operasyonu ise aynı şekilde evet diyecek kesime aynı veya benzer bir dille yaklaşmakta bir o kadar yanlış olacaktır.evet diyecek vatandaşların içerisinde özellikle milli duyguları yüksek insanlara anlatmamız gereken bir çok konu var.
 Mevcut sistem içerisinde yanlışlıklar ve bozukluklar olduğunu ileri sürüp "tek başlı" bir sisteme geçişin yanlışlıklarına değinmekte fayda var.Bizlere sunulan başkanlık sistemi ile gazi meclisinin yetkisi alınıp tek bir kişiye veriliyor ve bu meclisin sadece görünürde var olmasına sebep olacak.seçilen başkan kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisine sahip oluyor ki bu meclisin alması gereken bir yetkidir.şu soru akla gelebilir , şu anda mevcut sistemde de kararname çıkarma yetkisi var .Evet doğru şu anda mevcut sistemde de var yalnız önemli bir fark var ki oda şu olağanüstü hal ilan edildiği takdirde bu yetkiyi kullanabiliyor cumhurbaşkanı ve de meclisin olağanüstü hali ilan etmede onay vermesi gerekiyor.gelmesi istenen sistem de ise meclisin onayı hiç bir şekilde gerek olmaksızın başkan kararname çıkarma yetkisine sahip olacak .Buda ister istemez "tek kişilik" bir yönetim anlayışını getirecektir.
 Neden hayır dememiz gerektiği yönünde ki bir diğer konuda seçilen başkanın ülkeyi federasyonlara ayırma ihtimalinin eline veriliyor olması.Seçilecek başkan çıkıp ta ülkeyi 5 farklı eyalete bölüyorum ve yerinden yönetimler kuruyorum dediği takdirde buna itiraz edebilecek mekanizmaların olmayışı  bu ülkeyi felaketlere götürebilir..Sonuçta gelmesi istenen sistemde başkanın kararname çıkarma yetkisi olacak ve bu kararı alabilir kimsede yasal olarak itiraz hakkına sahip olamaz.
 Başkanın yurt dışına çıktığı durumlarda yerine kimin vekalet edeceği de bir diğer muamma konulardan .18 madde içerisinde başkanın kaç yardımcısı olacağı belirtilmemiş ancak cumhurbaşkanının sözlü olarak bir veya iki olacaktır dediğini biliyoruz sadece .Başkanlık sistemi geldiği takdirde başkan yurt dışına çıktığında yerine vekalet edecek başkan yardımsısı da başkanın yetkilerine sahip olacak , burada şu soru akla geliyor ;15 temmuz 2016 darbe girişiminde gördük ki cumhurbaşkanının yaveri dahi amerikancı cemaatin faaliyetleri adına en yakınına kadar sızmış ,iken başkan yardımcısının aynı faaliyetlerde bulunup vatan millet aleyhine faaliyetlerde bulunmayacağına dair bir garanti veriliyor mu?Kesinlikle verilmiyor .Bunun için hayır demeliyiz ,bunun için tek adamlı , tek kişili , meclisin yetkilerinin elinden alındığı bir sisteme hayır demeliyiz.
 Gelmesi ,istenen sistemdeki yani yeni anayasa diye önümüze getirilen 18 maddeye baktığımız zaman seçilme yaşının 18' e indirildiği görülüyor.Yine sormamız gerekiyor 18 yaşında kimin çocukları milletvekili seçilecek?karsta hayvancılık yapan Mehmet amcanın çocuğumu yoksa İzmir'de tarım ile uğraşan Ayşe teyzenin kızımı ?milletvekili seçilecek kişi yine burjuva kesiminden yani tepeden yani parası olanın evinden çıkacak .peki 18 yaşında seçilecek milletvekili askerliğini ne yapacak?yapabilecek mi ?yoksa askerlikten muaf mı tutulacak bu seçilecek burjuva kesimin milletvekili ?(erkek olduğunu varsayarak )
  Yukarıda saydığımız nedenler ve yazının daha fazla uzamaması adına sayamadığım nedenlerden ötürü hayır demeliyiz ve evet diyecek insanları uyarmamız gerekmektedir.Uyarımıza yaparken , neden hayır dememiz gerektiğini anlatırken kullandığımız dile özen göstermeliyiz .Doğu Perinçek'in de söylediği gibi "Direniş gibi parlak laflarla çevrenizdeki solcuları gaza getirebilirsiniz , ama AKP ve MHP seçmenini ikna edemezsiniz."bu yüzden evet de desek hayır da desek hepimizin bu ülkenin vatandaşı olduğunu birlik beraberlik içerisinde olmamız gerektiğini unutmadan güzel bir üslup ile birbirimizle konuşabilmeliyiz.
                                                                                                             AYAZ ALBAYRAK                 

SENİ YAŞIYORUM

Seni bekliyorum
Düşlerimle kurdum geleceğimizi
Her şeyi geride bırakarak
Gerçekten gelecek misin ?

Her gün biraz daha kederli !
Sesini duymadan bekleyerek,
Geleceğini umut ediyorum
Gerçekten gelecek misin ?

Gelmesen de olur sevgilim
Sen kalbimin sahibi
Her an aklımda olan sevda
Sen gelmesen de olur !
Ben seni yaşadıktan sonra ,
Gelmesen de olur...



                Yalı Çapkını

5 Ağustos 2016 Cuma

GERÇEK CEVAP

Nedir hayal kırıklığı ?
Bir bardağın binlerce parçaya ayrılmasıyla benzermi.

Umut denilen şey nedir?
Kafamızda imkansız diye belirlediğimiz düşüncelerin gerçekleşme ihtimalimi .

Peki tecrübe ..?
Yaşanılanlardan ders almakmı, yoksa güvensizlikten doğan his kaybımı.

Öyle derindir ki insanoğlunun kalbinin içi
Öyle güçlüdür ki..
Bırakın zihninizdeki düşüncelerle birleşsin kalbinizin derinliğinde saklanmış hisler.
İşte o zaman göreceksiniz asıl doğru cevapların su yüzüne nasıl çıktığını.

                                    İlhan Beler

15 Temmuz 2016 Cuma

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK(1919-1923)


Mustafa Kemal Paşa ,Padişah Vahdettin tarafından işgal kuvvetlerinin yüksek komiserlerinin verdiği notalar gereğince olağanüstü yetkilerle donatılarak altı vilayetteki (Erzurum, Van, Diyarbakır , Sivas ,Bitlis ve Harput) Hristiyan ahaliyi korumak ve işgal kuvvetlerine karşı yapılan ufak çaplı isyanları bastırmak için görevlendirildi.Bazı çevrelerce , Samsun'a hareket etmeden önce kendisini ziyarete gelen Mustafa Kemal Paşa'ya "Paşa Paşa , şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin , bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir , tarihe geçmiştir.Bunları unutun , asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir.Paşa Paşa , devleti kurtarabilirsin!" dediği iddia edilse de , ne Nutuk'ta ne saray kayıtlarında ne de bir görgü tanığı böyle bir görüşmeyi doğrulamamaktadır.Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919'da Bandırma vapurundan Samsun'a çıkış yaptı.
  22 Haziran 1919'da Amasya genelgesini ilan etti.Bu genelgede "Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır" demiştir.Ardından Kazım Karabekir tarafından Erzurum'da toplanan Erzurum kongresine katıldı.Erzurum kongresi başlamadan evvel Osmanlı askeriyesinden istifa etti ve milli mücadeleye sivil olarak devam etme kararı aldı.Erzurum kongresi başkanlığına seçildi.4-11 Eylül 1919 tarihleri arasında toplanan Sivas kongresinde alınan kararları uygulamak amacıyla bir temsil heyeti oluşturuldu ve başkanlığınaük  da Mustafa Kemal paşa seçildi.
  Kütahya-Eskişehir Muharebesi sonrasında Büyük Millet Meclisi 5 Ağustos 1921 günü oy birliği ile çıkartılan yasa ile Mustafa Kemal paşa TBMM Orduları Başkomutanlığına getirildi.Başkomutanlığa geçmesinin hemen ardından yayınladığı Tekalif-i Milliye emirleri ile halkı ordunun donatılması için seferberliğe çağırdı.12 Ağustos'da Polatlı'da teftiş yaparken attan düştü ve kaburga kemiği kırıldı.Sakarya meydan muharebesi ile Yunan ordusu püskürtüldü.19 Eylül 1921'de Büyük Millet Meclisi Başkomutan Mustafa Kemal paşayı oy birliği ile Mareşal rütbesine terfi ettirdi ve Gazi unvanı verdi.
  26-30 Ağustos 1922'de yapılan Büyük Taarruz (Başkomutanlık meydan muharebesi) ile Yunan ordusunun büyük bölümü imha edildi.1 Eylül günü Başkomutan Mustafa Kemal Orduya şu emrini verdi:"Bütün arkadaşlarımın Anadolu'da daha başka meydan muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin akıl gücünü , yiğitlik ve yurt severlik kaynaklarını yarışırcasına esirgemeden vermeye devam eylemesini isterim.Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir. İleri! "
  Karşıyaka'da Mustafa Kemal'in kalması için yakınları Yunanların elinde esir olan bir baba-oğul evlerini hazırlamıştır.Bu evde daha önce Yunan kralı Konstantin de kalmış , eve merdivenlerde ayakları altına serilmiş Türk bayrağını çiğneyerek girmiştir.Bu kez baba-oğul merdivenlere Yunan bayrağını sermiştir.Mustafa Kemal paşa eve girecekken "lütfedin , bu karşılıkla bu lekeyi silin!" denilmiştir.Mustafa Kemal paşada "o , geçmişse hata etmiş ;Bir milletin onuru olan bayrak çiğnenmez , ben onun hatasını tekrar etmem .Bayrağı kaldırın yerden ." diyerek bayrağı kaldırtmıştır.
  Kurtuluş savaşı , 24 Temmuz 1923'de imzalanan Lozan antlaşması ile sona erdi.Bu antlaşma ile Sevr antlaşması yürürlükten kalkmış , Türkiye Cumhuriyeti Lozan antlaşması temelleri üzerine kuruldu.
  TBMM 1 Kasım 1922'de Osmanlı saltanatını lağvedip vahdettin'i tahttan indirerek İstanbul hükümetinin hukuki ve fiili varlığına son verdi.
  8 Nisan 1923'de Gazi Mustafa Kemal yeni rejimin temellerini oluşturacak olan Halk fırkasının temellerini attı.Nisan ayında yapılan ikinci Meclis seçimlerine sadece Halk fırkasının katılmasına izin verildi.Mebus adayları fırkanın genel başkanı Gazi Mustafa Kemal tarafından belirlendi.
  Gazi Mustafa Kemal 28 Ekim 1923 gecesi Çankaya'da İsmet paşa ve bir kaç arkadaşına "Yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz " diyerek kararını açıkladı.29 Ekim 1923 Pazartesi akşamı saat 20:30 da milletvekillerinin alkışları ve " Yaşasın Cumhuriyet" sesleri ile Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi.

Aşk ve Kararlar

Gerçek bir aşka inanmak, bir mucizeye inanmakla aynı mıdır?​
Neresinde olursan ol ömrünün,
Bir bebeğin annesine olan inancı gibi temiz bir yürekle inanıyorsan eğer,
Mucize denilen şeyin, kendinden başkası olmadığının farkına varmandır belki de…

Bir labirentin içinde çaresizce boğulduğunu hissetsen bile,
Tek kurtuluşun kendi kararların olduğunu bilmelisin.
Bu yüzden bir savaşın içindeysen eğer,
Yenilmemek için önce kendini yenmelisin...

                             İlhan Beler

KANDİL GECELERİ-MİRAÇ

 Bu gece günümüzdeki formatıyla Yahudi-Hristiyan mitolojisinin İslam’a sokulmuş ve Hz.Muhammed’in tevhid elçisi olmasına ters düşen birçok bid’at ve hurafenin din adı altında yaşanmasıdır. Kabul edilen bu hikayede Hz.Muhammed’ e söylemesi gereken şeyleri Hz.Musa söylüyor, Hz.Peygamber de bu talimatlara göre hareket ediyor. Olayın sadece bu kısmı bile ne olduğunu anlamak için yeterli olduğu kanısındayım.
   Miraç olayının nakledildiği hadise göre hikaye şu şekildedir:
   Hz. Muhammed miraç olayıyla göğe Allah’ın huzuruna çıkar ve Allah burada 50 vakit namazı farz kılar. Daha sonra her bir katta diğer peygamberlerle görüşmede Hz. Musa, Hz. Muhammed’e bu kadar namazın fazla olduğunu insanların buna güç getiremeyeceğini söyler ve Allah’tan indirmesini ister. Bu şekilde 4-5 defa gidiş geliş sonunda namaz 5 vakte kadar düşürülür ve Hz. Musa bununda fazla olduğunu söylediğinde Hz. Muhammed artık utandığını söyleyerek gitmez ve böylece kalır.      Şimdi bu akla ve mantığa sığmayan hikayeye göre;
-Allah insanların kaç vakit namaza güç getireceğini bilmiyor,
-Hz. Muhammed, Hz. Musa’nın fikirlerini Allah’a ileten bir aracı,
-Hz. Musa ise Hz. Muhammed’in akıl hocalığını yapmakla kalmıyor aynı zamanda Allah’ın hükmünü düzeltiyor ve insanların kurtarıcısı oluyor. İşte Kur’an’ın tümüne ters bu İsrailiyat kokan hikaye bugün Miraç Kandili olarak kabul edilen gecenin kaynağı olarak kabul edilebiliyor.  
‘’Benim huzurumda söz değiştirilmez ve ben kullara asla zulmetmem!’’ (Kaf Suresi, 29)
‘’Allah, hiçbir benliğe, gücünün yeteceğinden daha azını yüklemenin dışında bir teklifte bulunmaz…’’ (Bakara Suresi, 286)
   Burada iki olay var. Yukarıda anlatıldığı gibi Miraç göğe yükseliş ve İsra yürüyüşü. İşin Kur’an’i boyutuna bakacak olursak;

   Kur’an İsra yürüyüşünden bahsetmektedir hatta İsra suresine isim vermektedir (İsra Suresi).  Gece yürütmek anlamındadır. Hz.Muhammed’i bir gece Kâbe’deki Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya yürütmektedir. Bugün kabul edilen İsra yürüyüşüyle Kur’an’ın İsra yürüyüşünde uyuşmazlıklar vardır.  Araştırdığımız zaman karşımıza çıkan sonuç şudur ki ayetteki Mescid-i Aksa ile Kudüs de Emevi kralı Abdülmelik b. Mervan’ın yaptırdığı ve Mescid-i Aksa adıyla anılan anılan mescitin aynı mescit olması mümkün değildir. Çünkü bugünkü Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa Peygamberimizden sonra yapılmıştır. Yani tarihsel olarak böyle bir şey mümkün değil.  
   Büyük ilahiyatçımız Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk önceki müfessirler gibi gelenekle ters düşmemek için bu konuyu geçiştirmek yerine kendisine yakışan bir tavırla olayı Kuran’daki İslam adlı eserinde açıklamış ve iki ihtimalin altını çizmek istemiştir.
1.İhtimal: İsra Suresindeki ‘mescid-i aksa’ tamlaması, tarihsel bir mekâna atıf yapılmaksızın tamamen sözlük anlamında kullanılmıştır. Sözlük anlamı ise ‘en uzak noktadaki mescit’ demektir.
   Kudüs’ün bulunduğu Filistin toprağı, Kur’an’ın beyanıyla yeryüzünün Kâbe’ye en yakın bölgesidir, yani yeryüzünün en uzak noktası değil.
   Başka bir deyişle, Kur’an, İsra 1.ayetteki aksa mescidinin Kudüs’teki herhangi bir mescit olamayacağını kendisi bildirmiştir. Bu da bir Kur’an mucizesidir.
   Bütün bunlardan sonra şunu söylüyor Prof.Dr. Yaşar Nuri Öztürk, ayette kastedilen ‘mescit’, madde ötesi bir âlemde bir secdegahtır ki, bunu bizim aklımız ve 3 boyutlu âlem şartlarıyla kayıtlı bilgilerimiz açıklayamaz. Kur’an bu konuda hiçbir açıklama yapmamaktadır.
   Hocanın bilim dünyasına doktora teziyle tanıttığı Kuşadalı İbrahim, yayınlanan mektuplarında bu ayeti anlamlandırırken şöyle diyor:
“Bu ayetteki Mescid-i Haram’dan ifadesi nasuta, mescid-i aksa’ya ifadesi ise lahuta işarettir.” (Öztürk; Kuşadalı İbrahim, mektup, 84)
   Yani İsra 1.ayetteki mescid-i haramla insanlık alemindeki en büyük tevhid mabedi olan Kabe’ye, ‘mescid-i aksa’ deyimiyle de, madde alemin üstünde ve ötesindeki yüce aleme dikkat çekmiştir.
2.İhtimal: İsra 1. Ayette sözü edilen Mescid-i Aksa, Kudüs’teki Mescid-i Aksa değil, başka bir Mescid-i Aksadır.
   Bazı eski kaynaklarda Mekke’nin Cirane Vadisi diye anılan mevkiinde Mescid-i Aksa adıyla anılan bir binanın bulunduğunu ve Hz.Peygamber’in, Mekke’nin merkezine en uzak mescit olan bu secdegahta zaman zaman gidip namaz kıldığını haber veriyorlar.
   Bu bilgiler Mekkeli olan Ezraki (ölm.223/838) nin Tarihu Mekke (Mekke Tarihi) adlı eserinde yer alması önemlidir. (Öztürk, Kur’an’daki İslam, İsra Suresi)
   Kur’an’da adı geçen tek gece “KADİR gecesidir” orada da gecenin tam belli olmamasının sebebi yüceliği Kur’an’a yapmasındadır ve geceyi bu yüzden anmıştır. Selam ve dua ile...
                                                                                         MEHMET KAZANICI

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK (1881-1919)


Gazi Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1881'de Selanik'te dünyaya geldi.(19 mayıs Gazinin kendi seçmiş olduğu doğum tarihidir resmi doğum tarihini kendisi ve ailesi de bilmemektedir)Babası Ali Rıza Efendidir.Babasının ailesi 14.yy'da Anadolu'dan Selanik'e göç eden Yörük Türklerindendir.Ali Rıza Bey gümrük memurluğu ve kereste ticareti yaptı.Ali Rıza Bey 93 harbi (1877-1878) Rus-Osmanlı savaşında Teğmen rütbesi ile askerlik yapmıştır.Atatürk'ün annesi Zübeyde hanım Langaza'da bir çiftlikte dünyaya gelmiştir.Atatürk'ün ;Fatma , Ömer, Ahmet, Naciye ve Makbule adlı beş kardeşinin dördü küçük yaşlarda vefat etmiştir.
  Atatürk eğitim hayatına ilk önce Selanik'te Hafız Mehmet Efendinin  mektebi ile başlayıp bir kaç gün sonra batılı tarzda eğitim veren Şemsi Efendi mektebine geçmiştir.1888 yılında babası Ali Rıza Efendiyi  kaybeden Mustafa Kemal annesi ve kız kardeşi ile birlikte dayısının yanına gittiler.
  Mustafa annesinin tüm karşı çıkışlarına rağmen 1893 yılında Selanik Askeri rüştiyesine girdi.Bu okulda ki matematik  öğretmeni kendisine "Kemal" ismini verdi.Daha sonra Manastır Askeri idadisine kaydoldu.Bu okulda ikincilikle bitirdi.13 Mart 1899'da İstanbul'da Mekteb-i Harbiye-i Şahaneye (Kara Harp Okulu) girdi.Devamında Harp Akademisine devam ederek 11 Ocak 1905'te " Kurmay Yüzbaşı"rütbesi ile mezun oldu.
  Eğitim dönemini tamamlayan Mustafa Kemal ilk görev yeri olarak Şam'da bulunan 5.orduya gönderildi ve bu ordu emrinde görev yaptı. Şam'da bulunduğu süre içerisinde 1906 Ekim ayında Lütfi Bey ve Mustafa Cantekin ile birlikte " Vatan ve Hürriyet " adlı bir cemiyet kurdu.Bir süre sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyetinin Selanik'te bulunan İttihat ve Terakki cemiyetine katılması ile birlikte kendisi de bu cemiyete kaydolmuştur.22 Haziran 1908'de Rumeli(Anadolu) Doğu Bölgesi Demir yolları müfettişliğine atandı.
  1908'de Meşrutiyet'in ilanından sonra Trablusgarp'a gönderildi. Bingazi garnizonuna önderlik ederek askerlere modern taktikler öğretti.Bu görevi sırasında isyancı Şeyh Mansur'u kontrol altına almıştır.
  31 Mart ayaklanmasını bastırmak üzere Selanik ve Edirne'den yola çıkarak Mirliva Mahmut Şevket Paşa komutasında 19 Nisan 1909'da İstanbul'a girecek olan Hareket ordusuna bağlı birinci kademe birliklerinin kurmay başkanı oldu.Akabinde 3.ordu kurmaylığı , 3.ordu subay Talimgahı komutanlığı , 5.kolordu kurmaylığı , 38.piyade Alayı komutanlığı görevlerinde bulundu.
  İtalya'nın 19 Eylül 1911'de Trablusgarp'a saldırması ile birlikte Binbaşı olan Mustafa Kemal 18 Aralık 1911'de bölgeye hareket etti.Mustafa Kemal Kahire ve İskenderiye üzerinden Bingazi'ye ulaştı. İskenderiye'den yola çıktıktan sonra hastalık geçirdi. Derne'de ki 16-17 Ocak 1912 taarruzunda gözünden yaralanıp bir ay hastane de tedavi gördü.Balkan savaşının başlaması ile birlikte Mustafa Kemal İstanbul'a döndü.
  27 Ekim 1913'te Sofya Askeri Ataşeliğine atanarak yakın arkadaşı Fethi Okyar'ın yanında çalıştı.Bunun yanı sıra Belgrad ve Çetine Askeri Ataşeliğini de yürüttü.Bu sırada 1 Mart 1914'te Yarbaylığa yükseldi.Askeri Ataşe görevi 1915 yılının ocak ayında sona erdi.
  1.dünya savaşının başlaması ile birlikte Mustafa Kemal 3.Kolordu emrinde Tekfurdağ'da kurulacak olan 19.Fırka komutanlığına atandı.3.Kolordu komutanı Mehmet Esad Paşanın emrinde savaşan Yarbay Mustafa Kemal Arıburnu'na çıkan ANZAC birliklerinin ilerlemesini Conkbayırın'da durdurdu.Bu başarı üzerine 1 haziran 1915'de Miralaylığa yükseldi.9-10 Ağustos 1915'te Anafartalar zaferini kazandı .Ardından 17 Ağustos'ta Kireçtepe , 21 Ağustos'ta 2.Anafartalar zaferinin kazanılmasına liderlik etti.Bu başarılarının ardından İstanbul basını tarafından "Anafartalar kahramanı " olarak tanıtıldı.
  Albay Mustafa Kemal 15 Mart 1916'da 3.orduyu desteklemesi için emrindeki 16.Kolordu ile birlikte Diyarbakır'a gönderildi.Diyarbakır'da ki görevi sırasında Tuğgeneralliğe(Mirliva) yükseldi ve paşa ünvanı kazandı.Diyarbakır'da ki görevi sırasında Ruslar ile Çetin çatışmalar yaşandı, bu cephedeki başarılarından dolayı altın kılıç madalyası ile ödüllendirildi.
  7 Mart 1917'de Diyarbakır'da bulunan 2.ordu komutan vekilliğine atandıktan sonra Hicaz Kuvve-i Saferiyesi komutanlığına getirilmek istendi , ancak bu görevi kabul etmediği için 5 Temmuz 1917'de Yıldırım orduları grubu emrindeki 7.ordu komutanlığına atandı.
  Veliaht Vahdettin ile birlikte 15 Aralık 1917'de Almanya'ya giderek 2.wilhelm  , genel karargahı ve Elsass bölgesini ziyaret ettiler.15 Ağustos 1918'de 7.ordu komutanı olarak Filistin cephesine atandı ve buradaki görevinin ardından 13 Kasım 1918 tarihinde işgal altındaki İstanbul'a ulaştı.

14 Temmuz 2016 Perşembe

POKEMON GO ÇILGINLIĞI








Hepimiz gerek sosyal medyadan gerekse ulusal ve uluslar arası basından biliyoruz ki bugünlerde büyük bir oyunun çılgınlığı var. Oyunun adı Pokemon Go. Oyunu inceleme fırsatım oldu ve gerek görselliği gerekse profesyonelce hazırlanan alt yapısı olsun güzel bir oyun gibi gözüküyor. Fakat görünmeyen ve uyarılması gerektiğini düşündüğüm bir nokta var ki bu oyun biraz, özellikle ergenlik çağındaki ve oyun çağındaki çocuklarımız ve gençlerimiz için oldukça tehlikeli görünüyor. Oyun oynarken pokemonların nereden çıkacağı belli olmuyor. Gençlerimiz ve çocuklarımız saat kaç olursa olsun dışarılara çıkıp, nereye gittiğinin farkına bile varmadan pokemon bulunan yerlere gidiyor ve bunu navigasyon üzerinden yapıyor. Evet yetişkin olalım ya da genç veya çocuk olalım hepimiz zaman zaman oyun oynayarak stresimizi atmaktayız. Fakat bu oyun, özellikle bugünlerde ülkemizde güvenlik seviyesinin düşük olması ve gerekse yaşanan taciz olayları olsun tehlikeli durumlar oluşturabilir. Bunun için oyunun yasaklanmasını söz konusu etmesem bile (yasaklara karşı bir insanım), özellikle ebeveynleri, çocukları bu oyunu oynarken daha dikkatli olmalarını, mümkün olduğunca temkinli olmalarını tavsiye ediyorum. Ülkemizin istemediğimiz olaylarla adeta sınandığı bir dönemde bir de bu oyun yüzünden meydana gelen kazalardan haber yapmak zorunda kalmayız umarım. Yazımı sonlandırmadan önce söylemek isterim ki hepimizin çocukları hepimiz için değerlidir. Ülkemizde yaz tatilinin yaşandığı bu günlerde çocuklarımızın oyun oynaması ve vaktini boşa geçirmesi yerine onları kurslara göndermek, başta bizler kitap okuyarak onları da kitap okumaya teşvik etmek daha uygun ve onların kişisel ve ruhsal gelişimini sağlayacak aktiviteler olduğunu düşünüyorum.
Onur ÖZDEMİR